GÖRÜŞ- 7 Ekim’in ardından İran’ın ince ayarlı bölge stratejisi
İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) Başkanı Dr. Hakkı Uygur, İran’ın Direniş Ekseni’nin İsrail-Filistin çatışmasında oynadığı rolü, İsrail’in saldırılarının Lübnan’a veya Suriye’ye sıçramaması için yürüttüğü ince ayarlı çatışmayı AA Analiz için kaleme aldı.
***
7 Ekim’deki Aksa Tufanı operasyonu gerçekleşir gerçekleşmez, olayın şokuyla gündeme gelen ilk konulardan biri, çatışmaların yayılması ihtimaliydi. Başta Amerika Birleşik Devletleri (ABD) olmak üzere aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülke çatışmaların yayılmasının önlenmesinin birinci öncelik olması gerektiğinin altını çizdi. İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan’ın olayların ilk haftasında Beyrut başta olmak üzere “direniş ekseni” ülke başkentlerini ve Katar’da bulunan Hamas temsilcilerini ziyaret etmesi ve süreç içinde verdiği mesajlar çatışmaların yayılma ihtimali perspektifinden değerlendirildi. Benzer biçimde İsrail’in kara saldırısını yaklaşık 3 hafta sonraya ABD Başkanı Joe Biden’ın İsrail ziyaretinden sonraya bırakması da çatışmaların bölgesel boyut kazanmasına duyulan endişe ile ilişkilendirildi. Zira sürekli olarak İsrail karşıtı mesajlar ve sloganlarla öne çıkan, Suriye’deki Baas rejiminin bekasını bile bu amaçla savunan Tahran ve bölgesel müttefiklerinin böyle bir “fırsatı” değerlendirmeye çalışmaları oldukça muhtemeldi.
İnce ayarlı çatışma
Aksa Tufanı ile başlayan olayların 2’nci ayı geride kalırken ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın “iyi haber” olarak yorumladığı kapsamlı bir bölgesel çatışmanın gerçekleşmediği görülüyor. Bununla birlikte İran’ın vekil güçleri aracılığıyla dikkatli bir tırmandırma siyaseti izlediği de gözlerden kaçmıyor. Şu ana kadar en az 3 cephede İran yanlısı gruplar İsrail, ABD hatta İngiliz askeri ve sivil hedeflerine saldırdı.
Hizbullah bazı kesimlerin beklentilerini tam olarak karşılamasa da kuzey cephesinden inişli çıkışlı saldırılarla önemli bir İsrail askeri varlığını sınır bölgesine çekti ve binlerce İsrailli sivil sınır boylarındaki evlerini terk edip sığınaklara ya da daha güvenli bölgelere taşındı. Bu durum İsrail’e mali ve psikolojik yük getiriyor. Öte yandan, en azından şu ana kadar Hizbullah kadar İsrail’in de tam ölçekli bir çatışmayı istemediğine dair göstergeler var. Kuzeydeki kayıplarını açıklamamaktan Hizbullah’ın onlarca taciz saldırısına Gazze’de görüldüğü gibi orantısız bir cevap vermemeye kadar bazı işaretler, İsrail’in aslında İran’ı ABD ile askeri olarak karşı karşıya getirme arzusuna rağmen Washington’dan aldığı uyarılar doğrultusunda bunu açıkça tetikleyecek adımlardan kaçındığını gösteriyor. Bizzat İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun kabinenin bazı radikal unsurlarının önerilerine rağmen bu tür girişimleri veto ettiği belirtiliyor.
Husilerin yönetimindeki Yemen silahlı kuvvetleri direniş güçlerinin diğer bir sürpriz aktörü olarak değerlendiriliyor. Husiler’in ilk aşamada İsrail’e balistik füze ve silahlı insansız hava araçlarıyla (SİHA) yaptıkları saldırıları ciddi bir etki yaratmasa dahi ikinci aşamada hedeflerini Kızıldeniz’deki İsrail ve destekçisi ülkelerin sivil ve ticari gemilerine yönelterek daha somut bir etki yaratmayı başardılar. Yine sahibi İsrailli olan bir kargo gemisine de Husi Ensarullah Hareketi militanlarınca el konuldu ve gemi Yemen açıklarına çekildi. 3 Aralık’ta meydana gelen ve Kızıldeniz’deki “USS Carney” destroyerine ve ticari gemilere yönelik saldırıların yaklaşık 5 saat boyunca sürmesi durumun hassasiyetini gözler önüne seriyor.
Bu tür eylemlerin önümüzdeki dönemde de sürmesi İsrail’i askeri açıdan olmasa da mali açıdan zora sokacaktır. Cephedeki asker kayıplarından çok İsrail devletinin küresel destekçisi Siyonist networkun değerli varlıklarına yönelik bu saldırıların belli sonuçları olacaktır. İddia edildiği üzere ABD’nin Yemen’e olası ağır bir hava-deniz saldırısı da Yemen’in askeri altyapısına belli ölçüde zarar verebilir ancak buna mukabil diğer cephelerdeki taciz saldırıları farklı bir aşamaya geçecektir.
ABD’nin sürekli saldırılara maruz kaldığı diğer bir alan da Irak ve Suriye’deki askeri üsleridir. Şu ana kadar 2 ülkede yüze yakın taciz saldırısına maruz kalan ABD, bu saldırıların son derece hesaplı ve askeri darbe maksadından ziyade siyasi mesaj iletmeye matuf olduğunu biliyor. Suriye’de ve Irak’ta dişe dokunur bir kara gücü bulunmayan ABD, tam ölçekli çatışmaya geçilmesi halinde hava gücüyle karşı tarafa vuracağı tüm darbelere rağmen günün sonunda bu ülkeleri de tıpkı Afganistan gibi terk etmek zorunda kalacağının farkında. Nitekim, Suriye’deki ABD destekli örgütü YPG liderinin “İran’ın vekilleri bize de saldırmaya başladı. Biz ABD’nin taşeronu gibi görünmek ve arada kalmak istemiyoruz.” şeklindeki ifadeleri ABD’nin son 10 yıldır NATO dayanışmasını baltalamak pahasına terör örgütleriyle geliştirdiği ilişkilerin stratejik anlamsızlığını bir kez daha ispatladı.
İran’ın büyük resmi
7 Ekim olaylarının 2’nci ayı geride kalırken İran açısından genel görünüm şu şekildedir. ABD’nin, 1948’teki kuruluşundan itibaren hemen her konuda sorgusuz sualsiz destek verdiği, Soğuk Savaş sonrası müdahalelerinden de görüldüğü üzere bölgesel dizayn çabalarında büyük ölçüde eksene aldığı İsrail, son 50 yılda görülmemiş ölçekte bir darbe aldı.
Bununla birlikte, İran’ın 44 yıllık istikrarlı bölgesel stratejiler bakımından Lübnan’ın güney köylerinde ve Saddam karşıtı küçük Iraklı Şii gruplarla başlayan ittifak ilişkisi, bugün kimi çökmüş devlet statüsünde bulunsa da bölgedeki devletlerin 4’ü ile stratejik boyuta ulaştı. 2006 yılında Hizbullah’ın gösterdiği kapasiteyle bugün Hamas’ın ya da Husi Ensarullah Hareketi’nin gösterdiği asimetrik kapasite 10 yıl sonraki gelişmeler hakkında fikir veriyor. Dolayısıyla, zaman Tahran ve müttefiklerinin lehine işliyor. Gazze’ye vurulan tüm ağır darbe ve can kayıplarına rağmen Hamas’ın askeri kanadının dahi yok edilemediği, Kızıldeniz’den Erbil’e kadar İsrail ve ABD’ye yönelik yüzü aşkın bölgesel saldırıya anlamlı bir askeri cevap verilemediği, bilakis bu süreçte dondurulmuş mal varlıklarının serbest bırakıldığı bir resim, İran açısından başarılı bir süreç anlamına geliyor.
Bölgedeki ana Sünni oyuncuların farklı tarihi, sosyolojik ve siyasi sebeplerden dolayı yeterince inisiyatif alamadığı, düzen sonrası kaotik konjonktür olarak nitelendirilebilecek şartlar, devlet olmanın getirdiği sorumluluk ve ayak bağlarına sahip olmayan yapılanmaların etkinliğini artırdı. Bu durum, İsrail’in Abraham Anlaşmaları’yla güvenlik sağlayıcı rolünün sorgulanacağı, Körfez’deki geleneksel hasım güçlerin Tahran karşısında daha edilgen olduğu bir döneme yol açabilir. Böylesi bir durum Abraham ittifakının bir anda askeri boyutuyla ön plana çıkmasına neden olabilir. Yine bu sonuç İranlı yetkililerin sıklıkla atıfta bulunmaktan hoşlandıkları Pekin-Moskova-Tahran ekseni için bir gövde gösterisi anlamına gelecektir. İran bu resmi, önümüzdeki 10 yıl içinde daha netleşmeye başlayacak küresel dengeler içinde uygun şekilde kullanabilir. İran Lideri Ali Hameney’in “Siyonistleri denize dökmek istemiyoruz.” cümlesi İran İslam Cumhuriyeti tarihinde ilk kez telaffuz edildi ve muhataplarınca not alındı.
Sonuç olarak İran’ın tali kırmızı çizgisi Direniş Ekseninin üyesi olarak gördüğü ve kuruluşundan beri desteklediği Hamas’ın Gazze’deki askeri varlığının sona ermesidir. İran’ın ilk ve asıl kırmızı çizgisi ise topraklarının doğrudan askeri bir saldırıya maruz kalmasıdır. Tahran inkar siyasetini sonuna kadar kullansa da, elindeki çeşitli kartların farklı kapasitelerini doğru zamanda sahaya sürerek bu iki çizgi arasında gerilimleri yönetmeye çalışıyor. İsrail baskısıyla Hamas ile ilgili çizginin aşılması ihtimali, ABD-İran ilişkilerini benzersiz askeri gerginliğin sert diplomatik pazarlıklara eşlik edeceği başka boyutlara taşıyabilir.
Tahran bir yandan son 10 yılda tahkim ettiği kazanımlarını riske atmamak diğer yandan zaaf görüntüsü vermemek zorundadır. İsrail’in Hamas’ın işini tamamen bitirdikten sonra şu ana kadar sert darbeler indirmekten kaçındığı Lübnan’a ya da zaten kırılgan durumdaki Suriye’ye yönelmeyeceğinin garantisi yoktur. ABD’nin mesajlarının tonu kimi zaman eski Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif’in savaş uyarılarından anlaşıldığı üzere çok sertleşse de Tahran’daki ana düşünce ABD’nin hiçbir biçimde Afganistan ve Irak işgallerindeki hatasını hatırlatacak bir girişim içine girmeyeceğidir. Bu durum İran’ın neden ABD’nin askeri tehditlerini ciddiye alır gibi yapıp sonrasında kaldığı yerden uzun soluklu nüfuz çabalarına devam ettiğini de açıklıyor.
[Dr. Hakkı Uygur, İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) Başkanı’dır.]
Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.